Bir başka sitede yaptığım rp, yenisi için zamanım yok
İmkânı Var Mı?
"Neye benzer bir filozof? Saçlarını nasıl tarar? Nasıl tıraş olur? Nasıl güler? Gülerken yüzü mü ışıldar? Yoksa hep asık suratlı mıdır? Nasıl konuşur, nasıl susar? Nasıl öfkelenir? Yüzü mü gerilir? Evde otururken, sokağa çıkarken ne giyinir? Nasıl göründüğünü önemser mi? Aynada kendini inceler mi? Yaşadığı yerde başkasının olmasına tahammül edebilir mi? Gece kaçta uyur? Sabah kaçta uyanır? Kahvaltı sofrasına nasıl oturur? Bacak bacak üstüne mi atar? Yoksa onları bitiştirir mi? Ayakkabılarını nasıl giyer? Sokakta nasıl yürür? Elleri cebinde ıslık çalarak mı yoksa kollarını iki yanda sallayarak mı? Düşünmeyenlerin arasına karışır mı? Karışırsa yanlarında fazla kalır mı? Nereye gider, kendini nerelerde iyi hisseder? Ne yaparak geçirir koca bir günü?
Bir filozofun neye benzediğini neden bilmek istersiniz siz? Neden incelersiniz o kadar, bir yerde rastladığınızda suretini? Neden gözlerinin içine, gözbebeklerine bakarsınız? Alnındaki, gözlerinin altındaki çizgilerde uzun uzun ne bulmaya çalışırsınız? Saçlarında, saçlarının altından derisi gözüken başında olağandışı ne ararsınız? Karşınızda olağanüstü bir görüntü yoktur. Neden etkilenirsiniz bir filozoftan bu kadar? Bir hayranlık değil belki söz konusu olan. Sizin asla kuramayacağınıza inandığınız cümleleri kuran yazarlara duyduğunuz hayranlıktan farklı bir duygu bu. Merak… Evet, belki de tek tanımı bu. Kurduğu anlaşılması zor cümlelerle ilgilenmediğiniz birine hayranlık duymazsınız çünkü. Ama bedenen yanınızda tecelli eden, ama sanki başka bir yerden seslenen biri ilginizi çeker. Adeta bir ‘yaratığı’ merak eder gibi merak edersiniz bir filozofu.
Bir de size neden ‘göründüğünü’ merak edersiniz tabii. İşi bir başına kalıp bir odada düşünmek olan biri, fikirlerinin ancak damıtılıp birkaç cümleye dökülmüş halini –o da belki- kavrayabilen kalabalıklara kendini göstermeyi neden kabul eder? Kendilerine benzeyen ‘normal’ bir insanla karşılaştıklarında şaşıracaklarını, yarattığı büyünün bozulacağını, bir hayal kırıklığına dönüşeceğini bile bile neden soyunur gözler önünde? Bilinmek ister mi gerçekten?”
Sustu profesör bir anlığına ve sessizce kendisini dinleyen öğrencilerine baktı. Elbet çoğu öğrenci uyukluyordu fakat Jamie kulaklarını açmış, büyük bir haz duyarak bir şeyler anlatan, her söylediği kelimeyle gözlerindeki parıltı daha da artan profesörü dinliyordu. –ilk defa- Öğrencilerine baktı bir süre yeşil gözleriyle her öğrencisini süzerek. Uyuklayanları görünce şevki kırılıyor fakat bunu belli etmiyor, zaten kendisini dikkatle dinleyen öğrencileri görünce anlatma şevki geri geliyordu. Gururluydu, yüzüne zamanın bir hediyesi olan çizgileri bir yumuşayıp, bir sertleşiyordu. Bazıları laptoplarına not alırken Jamie, not alma gereği duymamıştı, hatta laptopunu bile getirmemişti. Bunun yerine oturduğu yerden arkasına yaslanmış, kollarını göğüslerinin altında kavuşturmuş ve gözlerini kısarak profesörü dinlemeyi tercih etmişti. Mavi gözleri, kadının söylediği her yeni şeyle iri iri açılıyor, ardından tekrar kısılıyor ve kaşları büzüşüyordu. Bazen, sıkıldığı zaman yerinde huzursuzca kıpırdanıyor, bacak bacak üstüne atıyor, sonra vazgeçerek tekrar eski pozisyonuna dönüyordu. Tamam, felsefeyi seviyordu ama sıkıcı olduğunun da farkındaydı bunun. Onun diğer öğrenciler gibi uyuklamadığına şükredilmeliydi, kim bu bir ilkti onun için. Kimisi ağzından sular akarak uyurken, kimisinin başı düşüp duruyor, ama o baş büyük bir azimle her zaman geri kalkıyordu. Profesör sözlerine devam etti, dikkatler daha fazla dağılmadan. ”Çağdaş Fransız düşüncesinin en önemli felsefecilerinden Derrida, Avrupa felsefesinin büyük temsilcilerini yeniden yorumladı; gerçeğin mutlak olmadığını, bir düşüncenin onu dile getirenin düşünce yapısı çevresinde değerlendirilmesi gerektiğini savunan ‘yapısökümcülük’ kuralını ortaya koydu. Hayatının belgesel olmasına izin veren ilk filozof oldu. Gençlere…”
*DIRIDIDRIRIE*
Profesörün sözü zil ile kesilirken uyuyan ve uyuklayan herkes canlanarak doğruldu. Sanki birisi suratlarına su dökmüşler de kendilerine gelmişlerdi. Dersin bitimini haber veren zil de sanki onlara büyük ikramiyeyi kazandıklarını ve hemen en yakın yetkili yere gitmeleri gerektiğini söylüyordu. Onların bu haline gülümsemekle yetindi ve eşyalarını toparlayarak çantasına yerleştirdi. Yalnızca elinde taşımak için bir kitap bırakmıştı. Bir yandan da kendinde olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Çünkü itiraf edilmeliydi ki Jamie her felsefe dersinde uyuklardı, tıpkı az önce bakarak güldüğü kişiler gibi. Sene başından beri bunun olmaması için oldukça çabalamış, uyuklamamak için bir ara göz kapaklarını kaşlarına yapıştırmayı bile düşünmüştü. Elbette böyle bir salaklığı yapmadı ama derste sıkıntıdan uyuklamamak için de bir çare bulamadı. Peki, bugün ne değişmişti, neden uyuklamamış, aksine büyük bir zevkle dinlemişti dersi. Yüzünde garip, zafer kazanmış edasında bir tebessüm belirdi. Çantasını sırtına geçirip eline kitabı aldı ve şöyle bir inceledi. Bir yandan da derslikten çıkmak için yürüyordu. Arada takılıp düşmemek için önüne baksa da kafası kitaba gömülüydü. Koridora çıktığında kitabı sertçe kapattı. Dudakları büzüştü ve yüzü asıldı ister istemez. ”Kel vilen livr.”(Ne berbat kitap) diye söylendi kendi kendine. Şu son günlerde fazla mı Fransızca konuşuyordu? Ah, kesinlikle evet! Aksanında bile değişmiş, mükemmel aksanı gittikçe Fransız olduğunu belli eder olmuştu. Bunun tek nedeni elbette kuzeniydi. Onun yarım yamalak, Fransızca ile karıştırdı İngilizcesi yüzündendi. İster istemez anadiline yatay bir geçiş yapmıştı ve Searlus’un yanında olmadığı zamanlarda bile farkında olmadan Fransızca konuşur olmuştu. Searlus demişken, halasını ne kadar da özlemişti. Halasını, eniştesini ve küçük kuzeni Oliver’ı. Oliver, bu çocuk kesinlikle Jamie’ye kendi ergenlik günlerini hatırlatıyordu. Hoş, Oliver Jam’den kat ve kat daha uslu sayılırdı ya. Bu da büyük ihtimalle başında Sea gibi bir ağabey olmasından dolayıydı. Oliver’ın her şeyini severdi de, bir de üşengeç olmasaydı harika olacaktı. Her şeyin önüne hazır getirilmesini istiyordu. Bunun zamanla geçeceğini umuyordu elbette Jam, elinden başak bir şey gelmezdi ummaktan başka. Sonra halası, onu o kadar seviyordu ki, sevgisini ifade edebileceği hiçbir kelime yoktu. Halası oldukça uysaldı ve yüzünü her zaman güneşin ışıkları aydınlatıyordu adeta. Ve son olarak eniştesi, ona genelde mesafeli davranmaya çalışsa da büyük bir saygı beslerdi o adama. Ailesine duyduğu sevgi, karısına olan sadakati(!)… Ve son olarak, herkesten bahsetmişken, neden Jam’in Sea hakkındaki düşüncelerini de gözden geçirmiyoruz? Searlus, daima Jamie için bir kuzenden daha fazlasıydı, bir kardeşti… Tamam, birlikte büyümemişlerdi, çok fazla vakit geçirmemişlerdi beraber ama yine de kardeş gibiydiler. Jam’in susmak bilmez çenesini çeken tek kişiydi Sea ve Jam de onun Amerika’ya geldiğinden beri bitmez tükenmez sorularını, bıkmadan, usanmadan cevaplıyordu buna karşın. Hoş, bazen gına gelip çenesini kapamasını söylemiyor da değildi.
Gözü, binanın bu sene boyandığı belli olan, sağlam gibi görünen duvarında asılı saate takıldı. Sonunda, son derste bitmişti. ”Eğlence vakti!” diye mırıldandı yeniden. Bugün günlerden neydi? Dünden önceki gün Pazar, dün de Pazartesi olduğuna göre… Salı! Kulüp toplantısı… Düşünceleri dudaklarının ucuna geldi ve dolgun dudakları hafifçe aralanarak Fransızca çıktı oradan. ”A mardi, nespa?”(Salı’ya değil mi?) Fakat bu sefer mırıldanmamış, koridordaki herkesin duyabileceği bir tonda söylemişti. Birçok baş şaşkınlıkla kendisine dönerken Jam buna aldırmadan hızlı adımlarla çıktı binadan.
Baskın Basanındır!
Malikâneye doğru yürürken bir yandan da pek sevgili kuzenini arıyordu. Telefonu neden meşguldü? Zaten her arayışında meşgul oluyordu. ‘Geveze şey…’ diye düşünerek aramaktan vazgeçti ve onun yerine hızlıca mesaj çekti; ”Kuzenciğim, birazdan kulüp toplantısı var. West malikânesinde, oraya gel. Seninle buluşup gitmek isterdim fakat buna zamanım yok. Geç kalma ve son bir şey daha; GEVEZE =)” Mesaj yollandıktan sonra adımlarını yavaşlattı ve gözüne caddenin karşısına açılan yeni kitapçı dükkânı ilişti. Kitapları severdi, kimse bilmese de… Kitap okumak onun için ekmek yemekten farksızdı. ”Non Jamie, non!”(Hayır Jamie, hayır) diye caddenin karşısına geçmek için hamle yapan ayaklarını durdurmaya çalışsa da başarılı olamadı. Ayakları sanki kendisinden bağımsız olarak hareket ediyordu. Kulüp toplantısına geç kalacaktı. Yine de girdi o dükkâna. Binlerce kitap olan, eşsiz bir yerdi, cennet gibiydi Jamie için. Yarım saat kadar bir sürü kitap kurcaladıktan sonra özellikle cinayet romanlarının bulunduğu bir raf dikkatini çekti. Sanki aniden her yer karardı da gökyüzünden inen hafif bir ışık yalnızca orayı aydınlattı. Bütün kitapları tek tek incelemek, eline alıp hiç yoktan kapaklarına bakmak istese de bu istediğini bir süreliğine ertelemek zorundaydı. Oldukça geç kalmıştı toplantıya ve Sea başta olmak üzere herkes tarafından linç edilecekti. Sonra aniden gözüne o kitap ilişti. İsminde ve kapağında kendisini çeken bir şeyler var gibiydi. Eline alarak önce arka kapağını okudu. Psikopat bir seri katilin cinayetlerini anlatan harika bir romandı işte… Hiç tereddüt etmeden kasaya giderek kitabı satın aldı ve çantasına atarak koşar adımlarla çıktı dükkândan. Yolun hızlı adımlarla yürüdükten sonra, yarısında gerçekten koşmaya başladı. Nedense bugün içi içine sığmıyordu.
Raymond West Malikânesi’ne geldiğinde yavaşça gıcırdayan bahçe kapısını açtı ve içeriye girdi. Demir kapının gıcırtısından garip şekilde tırsmadı. Bahçe duvarına dayanarak bir süre soluklanırken bir yandan da etrafı süzüyordu. Her tarafı sarmaşıklar sarmıştı ve sağlam olan tek şey ilerideki kulübeydi. Kaşlarını çatarak malikâneden içeriye girdi. Girer girmez boğazına dolan toz öbeği öksürmesine neden oldu. Öksürüğü önce girişte ardından da, belki de tüm malikânede yankılandı. Elini, yüzünün hemen önünde sağa ve sola savuşturarak havayı temizlemeye çalışsa da nafileydi. Umursamayarak ve gıcırdayan tahta zeminin sinirlerini bozmasına izin vermeyerek merdivenlere yöneldi. Ev bu kadar eski olmasaydı ve Jam, bir basamağın kırılmayacağından emin olsaydı, ikişer üçer tırmanırdı ama işte, emin olamıyordu. Her basamakta bir gıcırtı daha ve her gıcırtıda duyulan garip bir haz… Evet, bu sesten garip bir şekilde zevk alıyordu, itiraf edebilirdi bunu. Seviyordu burasını, eskiliğini, ürperticiliğini ve içinde barındırdığı tarihi… Tanrı bilir neler yaşanmıştı bu koca evde! Son basamağı da tırmandıktan hemen sonra kendini bir odaya attı aniden, sanki birilerini yanlış bir şey yaparken basarmışçasına. ”Ta daaaaaa! Ben geldim!” diye sevinçle atıldı aynı zamanda kollarını iki yana açarak. Ne odada kimlerin olduğuna baktı ne de bir şey söylenmesine fırsat verdi. Hemen konuya girdi ve salonun hemen ortasında, herkesin onun görebileceği bir yerde durdu. Léa’ya baktı ardından şaşkınca. ”Elindeki o tokmakla ne yapmayı planlıyorsun?” Ama cevap gelmesine izin vermeden devam etti. ”Ah! Her neyse, ne yaparsan yap, beni pek ilgilendirmez! Değil mi?” Göz kırptı ve neşeyle şakımaya başladı. ”Bugünün tüm Champell’da, hatta tüm Amerika’da hatta tüm dünyada milli bayram ilan edilmesi gerekli. Bir anlığına sustu, herkesi merakta bırakmak istercesine. ”Az önce felsefe dersinden çıktım veee… Bütün ders boyunca uyanıktım. Düşünebiliyor musunuz? Ben ve felsefe dersi boyunca uyanık olmak…” Ellerini çenesinin altında kenetledi ve bakışlarını yukarıya, tavana sabitledi. ”Bugünleri gösterdiğin için teşekkürler! Ellerini serbest bıraktığında susmaya hiç niyeti yoktu. ”Ah! Az kalsın unutuyordum! Gelirken caddenin karşısına açılan yeni kitapçıya uğradım. Bu yüzden geciktim zaten. Muhteşem bir yer, harika kitaplar var. Bakın orada ne buldum? Görür görmez beni kendine çekti. Psikopat bir seri katilin cinayetlerini anlatıyor. Vahşi, kanlı cinayetler… İşimize yarar diye düşündüm.” Tüm bunları söylerken sırt çantasından kitabı çoktan çıkarmıştı ve iki elinde tutuyordu. Sonra nihayet susmayı başardığında etraftaki insanlara baktı, arkadaşları. Çoğunu tanıyordu, Searlus gelmişti ve bu Chane miydi? Kollarını indirdi ve yüzünü ekşiterek önce Léa’ya ardından tekrar Chane’e baktı. ”Chane? Dostum, senin burada ne işin var? Yoksa kulüp üyesi olmaya mı karar verdin? Cinayet öykülerini sevdiğini bilmiyordum… Yoksa… Yoksa misafir getirebiliyor muyduk?” Bakışları tekrar Léa’ya kaydı fakat bu sefer yüzünde bariz bir şekilde merak vardı. ”Bilseydim ben de birilerini getirirdim. Mesela şu yeni çocuk… Adı neydi? Umm… Ah! Hatırladım, Aaron! Çok yakışıklı…” Bakışları bir an donuklaştı ve dalgınlaştı ama sonra hemen kendine geldi ve yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirdi. ”Ya da amigolardan birisini getirirdim. Nia ya da Kacey olabilirdi. Veyahut diğerlerinden birisi… Sonuçta hepsi aptalın teki.” Ciddiyetini takınmaya çalışarak tekrar döndü Léa’ya. ”Bunu bana daha önceden söylemeliydin! Neyse, iş işten geçti. Bir dahaki haftaya artık!” Sonra hızlı adımlarla salonun öteki ucunda bulunan kuzeninin yanına gitti. Onun tam yanında durdu ve aniden esnemeye başladı. Esnemesi sona erdiğinde kaşları hafifçe çatılmıştı. ”Lanet olsun! Derste değil ama burada uyuyacak gibiyim!” Dikkatini tekrar Sea’ya verdi. Yüzüne aynı zamanda ufak bir tebessüm yerleşmişti. ”Kuzen, kaçırdığım bir şey oldu mu? Kimlerle tanıştın? Yoksa seni illa benim tanıştırmam mı gerekiyor? Eğer böyle bir şey bekliyorsan, daha çok beklersin. Seni sosyalleştirme çalışmalarım bir yere kadar.”